İslâm dininin “temel ilkeleri” nelerdir? (Rev 3)

Yazının başlığındaki soru hemen iman’ın altı veya İslâm’ın beş şartını akla getiriyor değil mi? Bu şartlar, Müslüman sayılmak ve iman sahibi sayılmak için yerine getirilmesi gerekenler olup, “temel ilkeler” deyimiyle anlatılmak istenilen ise bu değildir.

resim
26.06.2014

(Bu yazının bundan önceki hali Rev 1 ve Rev 2’dir. Bu iki yazı  http://bit.ly/1pEt1Nxve http://wp.me/s2t6mi-6830 adreslerindedir.Rev 2’ye eklenen bölümler, kırmızı italik, Rev 3’e eklenenler ise yeşil italik fontlarla  gösterilmiştir)

Yazının başlığındaki soru hemen iman’ın altı veya İslâm’ın beş şartını akla getiriyor değil mi? Bu şartlar, Müslüman sayılmak ve iman sahibi sayılmak için yerine getirilmesi gerekenler olup, “temel ilkeler” deyimiyle anlatılmak istenilen ise bu değildir. Temel ilkeler şu üç sorunun cevaplarıdır:

(1) Nereye varılmak istendiği (yani vizyonu[1]),

(2) Oraya niçin varılmak istendiği (yani misyonu),

(3) Misyonu nedeniyle vizyonunun tanımladığı yere, hangi ilkelere uyularak yürünmesi gerektiği (yani değerleri).

Görüleceği üzere, ne İslâm’ın şartları ne de iman’ın şartları, bu soruların cevapları değildir. Halbuki “imanlı” ve “Müslüman” sayılmak isteyen birisinin öncelikle bilmek istediği, bu üç sorunun cevapları olmalıdır.

Bu sorulara kısa, anlamlı ve kapsayıcı cevaplar verilmesi kuşkusuz iyidir. Ama bir başka yol da, dinin temel kaynağı olan kutsal kitabı referans vererek, herkesin kendi anlayışına göre, gerek bu gerekse diğer soruların cevaplarını kendisinin oluşturmasıdır.

Bir üçüncü yol ise insanların kendi anlayışlarına göre istedikleri inanç yaklaşımını seçmeleri, o yaklaşım içinde sorularını kendilerinin seçmeleri ve yanıtlarını kendilerinin aramalarıdır.

Özgür iradeli bireylerin[2] çoğunluğu oluşturduğu bir toplumda şüphesiz bu üçüncü yol en iyisi olarak görünüyor. Kültürel yapısı nedeniyle nüfusunun çoğunluğunun Müslümanlığı seçtiği ya da seçtiğinin varsayıldığı bir toplumda ise birinci yolun tercih edilmesi daha akılcı olabilir.

Ama, “kutsal kitabı referans vererek, herkesin kendi anlayışına göre, gerek bu gerekse diğer soruların cevaplarını kendisinin oluşturması” olarak tanımlanan ikinci yolun, herkesin ayrı bir yol (tarikat) oluşturmasına yol açması kaçınılmaz gibidir.

Hele, İslâm dini için öngörülmemiş ruhban sınıfının da –farklı isimler altında- devreye girip kendi Müslümanlık yorumunun benimsenmesini çeşitli yollarla (propaganda, özendirme, yasa yoluyla zorlama gibi) sağlamaya girişmesi; bir bölüm benimseticinin daha da ileri gidip, farklı yorumları şiddet yoluyla bertaraf etmesi halinde, barış ve mutluluk getirmesi beklenen bir öğretinin bir kaos üretme aracına dönüşmesi neredeyse kesindir.

Bu bakış açısı altında başlangıçtaki üç soru tekrar gözden geçirilirse:

(1) Nereye varılmak istendiği; yani, Müslümanlığı seçen bir kimse, seçmemiş olandan farklı olarak hangi büyük amaca erişmek ister?

(2) Oraya niçin varılmak istendiği; yani o amaç(lar)a erişme isteğinin temelinde hangi öz-niyet vardır?

(3) Bu öz-niyet ile söz konusu amaç(lar)a erişme yolunda yürürken, yani yaşamı içinde, hangi ilkelere sadık kalınmalıdır?

Bu soruların cevaplarının İslâmın kutsal kitabının içinde bulunduğu ya da diğer ifadeler yoluyla ortaya koyulabileceği, din bilginlerinin bunları bildiği ileri sürülebilir. Hattâ belki, bu soruların önemli olmadığı, olsaydı şimdiye kadar birilerinin merak edip ortaya koyacağı da iddia edilebilir.

Ama şu bir gerçektir ki, belirli bir kesim hariç tutulsa dahi, çoğu kimse bu soruların cevapları konusunda birbiriyle uzlaşmaz yanıtlar veriyor. Bu durumda, bir dinin birleştiricilik ve barış amaçları zarar görmez mi?

Bu sorular ve cevapları konusunda kuşkusuz herkesin bazı düşünceleri olabilir. Örneğin:

(1)  Bu 3 sorudan birincisi için bir cevap önerisi şu olabilir (mi?): İslâm dini aracılığıyla varılmak istenen nokta, tüm evrenin oluşum ve işleyişinin anlaşılmasıdır.

(Böylesi bir amacın varlığına kanıt olarak, Kuran metni içinde ısrarlı şekilde ve akıl işletme, idrak, sezgi gibi çeşitli araçlar yoluyla evrenin bir ve bütün olduğunun anlaşılmasının önerilmesi gösterilebilir.)

(2)  İkinci sorudaki, “niçin bu amaç” içinse şöylesi bir yanıt verilebilir (mi?): Tüm varlıkları –tabii ki insanları da- kavrayan evrenin oluşum ve işleyişi anlaşıldığı takdirde, onunla uyum halinde (teslim olarak) yaşamak için.

(3)  Üçüncü soru içinse şu maksim(adayları) yeterli kapsayıcılıkta sayılabilir (mi?)

Aday 1.    Tüm varlıkların bir bütün olduğu (vahdet-i vücûd)

“Varlıkların bütünlüğü”nden evren anlaşılabiliyor.

Aşağıdaki birkaç örneğin, bu maksim adayının türevleri olduğu söylenebilir:

  1. Akıl ve sezgi’nin bütünlüğü
  2. Gerçekliklerin (verity) bütünlüğü (uni-verity » bilim dallarının bütünlüğü)
  3. İnsanların, kavimlerin, çeşitli görüş sahiplerinin bütünlükleri
  4. Varlıkların (insan, hayvan, bitki, have, su, taş, toprak vd) bütünlüğü
  5. Bölünmeye, bütünlüğü bozulmaya konu olabilecek her şey.

Aday 2.    Kul (tüm varlıklar) hakkı’na saygı (bkz. http://bit.ly/1n5Ujv2 “kul” maddesi)

Varlıkların haklarına saygı kavramıyla kast edilen ise, o varlıkların oluşturduğu büyük bütünün işleyişine uyum göstermek (teslim olmak) anlaşılabiliyor.

Aday 3.    Tahkiki iman (sorgulamaya dayalı iman) (bkz. http://bit.ly/1cjenHc)

Tahkiki iman’ın niçin gerekli olduğu, birinci sorudaki amaç bağlamında daha iyi anlaşılıyor. Söz konusu “anlaşılma” ancak tahkik (sorgulama) yoluyla mümkündür.

Bu üç maksim adayı yeterince doğurgan görünüyor. Bununla beraber, kapsanmamış olabilecek başkaca alanları içerebilecek maksim(ler) bulunmadığı anlamına gelmez.

Güvenle söylenebilecek olansa, temel ilkeleri belirlenmemiş bir İslâm’ın, dirlik kaynağı olma işlevini yerine getiremeyeceğidir.

Böylece, yukarıdaki 3 soru ile şunlar kolay kavranabilir hale geliyor:

(1)  Tüm varlıkların bir bütün ve bir olduğu,

(2)  Her varlığa doğal olarak düşen görevin o bütünün işleyişiyle uyum içinde (teslim) olmak gerektiği,

(3)  Bunun için de bütünün işleyişinin anlaşılması gerektiği,

(4)  Anlamak için de akıl ve sezgi yoluyla sorgulamak (tahkik) gerektiği,

(5)  Bu “anlaşılma süreci” tek adımlık olamayacağına göre, tahkikin sürekliliğinin zorunlu oluşu.

Bütün bunlar yerine “Allah” (Arapça al+ilâh) kavramının, bir sözcükle –ister istemez- cismaniliğe indirgenmiş olmasının, O’nu kavramayı ne kadar güçleştirdiğine ayrıca işaret edilmelidir.

Tamamen akıl yolu ile kavranabilecek ve her türlü inanç (ve inançsızlık) sistemince en azından ret edilmeyebilecek yukarıda açıklanmaya çalışılan 3 sorulu yaklaşımyerine, bu denli güç anlaşılabilir hale getirilmiş olması, ayrıca “anlaşılmaya çalışlması” gereken bir çelişki değil midir?

11 Mart 2014 Salı

 1 Nisan 2014 Salı

6 Mayıs 2014 Salı

(Bu yazının bundan önceki hali Rev 1 ve Rev 2’dir.

Bu iki yazı  http://bit.ly/1pEt1Nx ve http://wp.me/s2t6mi-6830 adreslerindedir..

Rev 2’ye eklenen bölümler, kırmızı italik, Rev 3’e eklenenler ise yeşil italik fontlarla  gösterilmiştir)

Yazının başlığındaki soru hemen iman’ın altı veya İslâm’ın beş şartını akla getiriyor değil mi? Bu şartlar, Müslüman sayılmak ve iman sahibi sayılmak için yerine getirilmesi gerekenler olup, “temel ilkeler” deyimiyle anlatılmak istenilen ise bu değildir. Temel ilkeler şu üç sorunun cevaplarıdır:

(1) Nereye varılmak istendiği (yani vizyonu[1]),

(2) Oraya niçin varılmak istendiği (yani misyonu),

(3) Misyonu nedeniyle vizyonunun tanımladığı yere, hangi ilkelere uyularak yürünmesi gerektiği (yani değerleri).

Görüleceği üzere, ne İslâm’ın şartları ne de iman’ın şartları, bu soruların cevapları değildir. Halbuki “imanlı” ve “Müslüman” sayılmak isteyen birisinin öncelikle bilmek istediği, bu üç sorunun cevapları olmalıdır.

Bu sorulara kısa, anlamlı ve kapsayıcı cevaplar verilmesi kuşkusuz iyidir. Ama bir başka yol da, dinin temel kaynağı olan kutsal kitabı referans vererek, herkesin kendi anlayışına göre, gerek bu gerekse diğer soruların cevaplarını kendisinin oluşturmasıdır.

Bir üçüncü yol ise insanların kendi anlayışlarına göre istedikleri inanç yaklaşımını seçmeleri, o yaklaşım içinde sorularını kendilerinin seçmeleri ve yanıtlarını kendilerinin aramalarıdır.

Özgür iradeli bireylerin[2] çoğunluğu oluşturduğu bir toplumda şüphesiz bu üçüncü yol en iyisi olarak görünüyor. Kültürel yapısı nedeniyle nüfusunun çoğunluğunun Müslümanlığı seçtiği ya da seçtiğinin varsayıldığı bir toplumda ise birinci yolun tercih edilmesi daha akılcı olabilir.

Ama, “kutsal kitabı referans vererek, herkesin kendi anlayışına göre, gerek bu gerekse diğer soruların cevaplarını kendisinin oluşturması” olarak tanımlanan ikinci yolun, herkesin ayrı bir yol (tarikat) oluşturmasına yol açması kaçınılmaz gibidir.

Hele, İslâm dini için öngörülmemiş ruhban sınıfının da –farklı isimler altında- devreye girip kendi Müslümanlık yorumunun benimsenmesini çeşitli yollarla (propaganda, özendirme, yasa yoluyla zorlama gibi) sağlamaya girişmesi; bir bölüm benimseticinin daha da ileri gidip, farklı yorumları şiddet yoluyla bertaraf etmesi halinde, barış ve mutluluk getirmesi beklenen bir öğretinin bir kaos üretme aracına dönüşmesi neredeyse kesindir.

Bu bakış açısı altında başlangıçtaki üç soru tekrar gözden geçirilirse:

(1) Nereye varılmak istendiği; yani, Müslümanlığı seçen bir kimse, seçmemiş olandan farklı olarak hangi büyük amaca erişmek ister?

(2) Oraya niçin varılmak istendiği; yani o amaç(lar)a erişme isteğinin temelinde hangi öz-niyet vardır?

(3) Bu öz-niyet ile söz konusu amaç(lar)a erişme yolunda yürürken, yani yaşamı içinde, hangi ilkelere sadık kalınmalıdır?

Bu soruların cevaplarının İslâmın kutsal kitabının içinde bulunduğu ya da diğer ifadeler yoluyla ortaya koyulabileceği, din bilginlerinin bunları bildiği ileri sürülebilir. Hattâ belki, bu soruların önemli olmadığı, olsaydı şimdiye kadar birilerinin merak edip ortaya koyacağı da iddia edilebilir.

Ama şu bir gerçektir ki, belirli bir kesim hariç tutulsa dahi, çoğu kimse bu soruların cevapları konusunda birbiriyle uzlaşmaz yanıtlar veriyor. Bu durumda, bir dinin birleştiricilik ve barış amaçları zarar görmez mi?

Bu sorular ve cevapları konusunda kuşkusuz herkesin bazı düşünceleri olabilir. Örneğin:

(1)  Bu 3 sorudan birincisi için bir cevap önerisi şu olabilir (mi?): İslâm dini aracılığıyla varılmak istenen nokta, tüm evrenin oluşum ve işleyişinin anlaşılmasıdır.

(Böylesi bir amacın varlığına kanıt olarak, Kuran metni içinde ısrarlı şekilde ve akıl işletme, idrak, sezgi gibi çeşitli araçlar yoluyla evrenin bir ve bütün olduğunun anlaşılmasının önerilmesi gösterilebilir.)

(2)  İkinci sorudaki, “niçin bu amaç” içinse şöylesi bir yanıt verilebilir (mi?): Tüm varlıkları –tabii ki insanları da- kavrayan evrenin oluşum ve işleyişi anlaşıldığı takdirde, onunla uyum halinde (teslim olarak) yaşamak için.

(3)  Üçüncü soru içinse şu maksim (adayları) yeterli kapsayıcılıkta sayılabilir (mi?)

Aday 1.    Tüm varlıkların bir bütün olduğu (vahdet-i vücûd)

“Varlıkların bütünlüğü”nden evren anlaşılabiliyor.

Aşağıdaki birkaç örneğin, bu maksim adayının türevleri olduğu söylenebilir:

  1. Akıl ve sezgi’nin bütünlüğü
  2. Gerçekliklerin (verity) bütünlüğü (uni-verity » bilim dallarının bütünlüğü)
  3. İnsanların, kavimlerin, çeşitli görüş sahiplerinin bütünlükleri
  4. Varlıkların (insan, hayvan, bitki, have, su, taş, toprak vd) bütünlüğü
  5. Bölünmeye, bütünlüğü bozulmaya konu olabilecek her şey.

Aday 2.    Kul (tüm varlıklar) hakkı’na saygı (bkz. http://bit.ly/1n5Ujv2 “kul” maddesi)

Varlıkların haklarına saygı kavramıyla kast edilen ise, o varlıkların oluşturduğu büyük bütünün işleyişine uyum göstermek (teslim olmak) anlaşılabiliyor.

Aday 3.    Tahkiki iman (sorgulamaya dayalı iman) (bkz. http://bit.ly/1cjenHc)

Tahkiki iman’ın niçin gerekli olduğu, birinci sorudaki amaç bağlamında daha iyi anlaşılıyor. Söz konusu “anlaşılma” ancak tahkik (sorgulama) yoluyla mümkündür.

Bu üç maksim adayı yeterince doğurgan görünüyor. Bununla beraber, kapsanmamış olabilecek başkaca alanları içerebilecek maksim(ler) bulunmadığı anlamına gelmez.

Güvenle söylenebilecek olansa, temel ilkeleri belirlenmemiş bir İslâm’ın, dirlik kaynağı olma işlevini yerine getiremeyeceğidir.

Böylece, yukarıdaki 3 soru ile şunlar kolay kavranabilir hale geliyor:

(1)  Tüm varlıkların bir bütün ve bir olduğu,

(2)  Her varlığa doğal olarak düşen görevin o bütünün işleyişiyle uyum içinde (teslim) olmak gerektiği,

(3)  Bunun için de bütünün işleyişinin anlaşılması gerektiği,

(4)  Anlamak için de akıl ve sezgi yoluyla sorgulamak (tahkik) gerektiği,

(5)  Bu “anlaşılma süreci” tek adımlık olamayacağına göre, tahkikin sürekliliğinin zorunlu oluşu.

Bütün bunlar yerine “Allah” (Arapça al+ilâh) kavramının, bir sözcükle –ister istemez- cismaniliğe indirgenmiş olmasının, O’nu kavramayı ne kadar güçleştirdiğine ayrıca işaret edilmelidir.

Tamamen akıl yolu ile kavranabilecek ve her türlü inanç (ve inançsızlık) sistemince en azından ret edilmeyebilecek yukarıda açıklanmaya çalışılan 3 sorulu yaklaşım yerine, bu denli güç anlaşılabilir hale getirilmiş olması, ayrıca “anlaşılmaya çalışlması” gereken bir çelişki değil midir?

11 Mart 2014 Salı

 1 Nisan 2014 Salı

6 Mayıs 2014 Salı

- See more at: http://tinaztitiz.mertnuhoglu.com/#sthash.vjcKZzEx.dpuf
Sayfa başına dön!